Kum Tanesi...
Şarkıyı Sarah Brightman söyler; “Dust in the wind”..
“All we are is dust in the wind”...
Hepimiz, rüzgarda uçuşan toz taneleriyiz...
Ne zaman duygusal olarak çakılsam bu sözler geçer aklımdan, bu düşünce.. Nedense, birer toz zerresi, denizdeki bir damla su, çöldeki kum tanesi olduğumuz fikrinin inanılmaz teselli etme gücü var! Savrulup gideceğiz işte, ne var bunda diyor..
Hiç bir şey sonsuza dek sürmez...
Yıllardır düşünürüm, çölde bir kum tanesi olmak nasıl başarılır? Nasıl varılır böyle bir bilince, mümkün müdür varolmanın acısını dindirmek?
Kum tanesi olduğunu kabullenen kum tanesi, kum tanesi gibi davranır, farklılaşmaya, öne çıkmaya çalışmaz mesela.. Aşık da olmaz bir kum tanesi, başka bir kum tanesine, onu terk edip gitmez de.. Bize gelince, kozmik birer kahkahayız , birer düşünce baloncuğu olsa olsa.. Bırak kum tanesi gibi kendi kalabalığının içinde kaybolmayı, mutlak yalnızlığından kaçmayı asla başaramayan, küçük anlamlar arayışındaki sevimli gezginleriz.. Sevimliyiz çünkü bizim dışımızda, kendini ciddiye alan başka canlı yok koca gezegende..
Eğer diyorum, toz gibi dağılıp gideceksek, ki böyle olmasında hiç problem yok, ve hala gücünü koruyan bir düşüncedir kederli anları çözmekte, keşke şu korkuyu atabilsek içimizden..
Eğer diyorum, bir ömür bir rüya kadarsa, ve rüyamızda kovalıyorsa keçiler bizi, akıllı kalmanın da bir anlamı yok..
Başımıza gelen her şey sıradışı aslında, varlık bulmamız ne kadar sıradışı mesela evrenin bu karanlık köşesinde.. Öyleyse sıradanlaştırmak, sıradanlaşmak niye? “Normal” dediğin nedir ki?
Verilmiş tek bir sözümüz var, edilmiş tek bir yeminimiz, o da yaşamak üstüne, alınan nefesin hakkını vermekse maksat önünde kimse durmamalı..
Önemsenecek tek şey var, hikayelerimiz...
Bu yazı yazılmıştı.. Öylece bekliyordu.. Epeydir “son”lar takılıyordu kafama, yazının da sonuna gelince takılmıştım yine. Sona ermenin hüznü, sona yaklaştıkça artan gerilim, bitirip gitme cesareti, düşünceler, düşünceler..
Sonra bir kum tanesi savruldu aramızdan, Cahide’yi kaybettik..
Varolmanın acısını dindiren ölüm, mezarın başında uçuşan saçlarımız, toprağa düşen bir kaç damla, ve içimizde dondurucu ölüm sessizliği.. Yapacak şey belli, Cahide’nin hikayesini anlatmak, şimdi sahne onun, buyrun bendeki Cahide’yle sizde tanışın..
Üç yıl önce, kahve içiyorduk, yüzüme baktı ve “değmeyeceğine eminim” dedi, “yani seni bu kadar üzen her ne ise...”, o sıralar dağılmıştım biraz.. Cahide sessiz bir kadındı ama manzaranın arkasına bakanlardandı, ondan kaçmadı. Üzülmeyi bırakırsan uzun yaşarsın dedi, tercih senin, Cahide’yi 93 yaşında toprağa verdik, çocukluk arkadaşımın annesi, benimse has arkadaşım.. Son yıllarında iyice sessizleşti, çoktan geçmişti öte aleme, üstündeki keder içime dokunup durdu, geride bıraktığını sandıkları peşini bırakmamıştı bence.. Taziyeye gelenlerin hepsi bizim arkadaşlarımızdı, gerçek Cahide’yi tanıyan kimse kalmamış meğer..
Sonra çok düşündüm, uzun yaşamak üstüne yani, asıl soru şuydu; Uzun yaşamak mı, yoğun yaşamak mı? Anladım ki üzülmeyi bırakan sevinmeyi de bırakıyor, ben alışmışım düşme hissiyle yaşamaya, bırakalım Cahide’ciğim böyle iyi..